20 Nisan 2014 Pazar

Yine de "Hayat" verilen en güzel hediye...

Yazmadım, yazamadım, insan bazen duyguları yokmuş gibi oluyo bazı bulunduğu ortamlarda, zamanlarda... Bi sene gecikmeli, arkaya atılmış, yokmuş gibi davrandığım bazı duyguların yazısıdır bu...

Hayata Destek Derneği’nin güzel insanlarına...

En son Kilis’ten bahsetmişim mavi-bilge’de... Kilis’te gördüklerime dayanamamış, aslında kaçmıştım oralardan, İstanbul’a... Kafayı yemiş gibi, hiçbişeye anlam veremeyen bi haldeydim... Hiçbişi olmamış gibi yapmak istedim, savaş yokmuş gibi, orada yerinden yurdundan edilmiş insanlar yokmuş gibi, çocuklara aslında hiçbişi olmamış, o gördüklerimin hepsi aslında bi kabusmuş gibi yapmak istedim, kaçtım ordan... Aynı gökyüzünün altındaydık, aynı güneşin, aynı ayın... Kaçamadım, insan bi kere görünce dayanamıyo galiba, tekrar gitmek istedim oralara. Orda kötü şeyler oluyoken, insanların yardıma ihtiyacı varken, benim İstanbul’da ne işim vardı?

O sıralar yolum Hayata Destek Derneği ile kesişti... Beni Hatay’a çağırdılar. Derneği çok tanımıyom, insanları tanımıyom, neler yapıyolar bilmiyom... Ama niyeyse ilk konuştuğum kişiye öyle bi güven geldi, gittim Hatay’a. Bi evin salonu ofis haline getirilmiş, evin odalarında insanlar kalıyolar. Bi oda da bana düştü, ofise uzaklığım toplam iki metreydi... Önce bi şaşırdım, böyle olur mu ya dedim, napıyom burda ben,  ama dedim bikaç gün ver, öyle hemen karar verme... Allahtan Hatay’ın evleri büyük. Kocaman bi salonumuz vardı, tüm herkes o salonda toplaşıp, orada çalışıyodu, o salonda yirmi, otuz kişi eğitim almışlığımız bile var. Projeler yazılmış, fonların onaylanmasını bekler haldeydik  o sırada. Fonlar beklenirken de yardım edebileceğimiz kişileri bulmaya çalışıyodu bütün herkes... Ben de birden ekibin parçası olmuştum, o ilk baş yaşadığım ben ne yapıyom duygusu kendini çoktan, tanrım küçük dernek olmak ne güzel, olanaksızlıkları güzelliklere dönüştürmek ne iyi diye düşüncelerine bırakmıştı, derneğin kapısından giren diğer herkes gibi...

Savaştan kaçan Suriyelilerin bir kısmı kamplarda, büyük bir kısmı ise kamp dışında kalıyolar... Biz kamp dışında, ihtiyaç sahibi Suriyelilere yardım etmeye çalışıyoz. Projelerimizden biri, ihtiyaç sahiplerine düzenli olarak gıda ve hijyen yardımı yaptığımız “kupon” projesi, insanlara marketlerden alışveriş edebilecekleri kuponlar veriyoruz, düzenli olarak da o kuponlara yükleme yapıyoz. İnsanlar da temel ihtiyaçlarını bu kuponlarla alabiliyolar. Böylece bazı aileleri, en azından bu derdi düşünmükten kurtarıyoz.

22 Nisandı... Kupon dağıtımı yapıyoduk. Bi teyze geldi. Kimliğini sorduk. Kimliğini sorunca, ağlamaya başladı... Arapça konuşan arkadaşlar sordular, ne oldu teyzem, niye ağlıyosun diye... Gel, otur dedik, anlat dedik... Evine bomba düşmüş teyzenin, evi yanmış, kimliği yanmış, kimliğim yok ki diyo... Hem kimliğine, hem yaşadıklarına, hem de kuponu alamayacağından korkusuna ağlıyodu... Dayanamadım, kaçtım ben, gittim tuvalete, ağladım ağladım... 1995 yılında bizim evimizi sel basmıştı... İzmir’de, bayraklı’da oturuyoduk... O gece o kadar çok gürlüyodu ki gök, evin pencereleri sallanıyodu... Kedimiz Cino çok huzursuzdu, evin perdelerini falan açmaya çalışıyodu, sanki bizi uyarmak istermiş gibi. Ben biraz korktum, annemle yattım... Sonra gecenin bi yarısı, pat diye pencere patlamış, annemle yattığım odaya sular dolmaya başlamıştı... Evde yavru kediler vardı, o zaman bir sürü kedimiz vardı, annem ve ben hemen yavru kedileri kurtarmıştık ve onlarla beraber bi yukarı kata çıkmaya çalıştık. Kediler dışında başka bişi aklımıza gelmedi. Sonra evin içine sular doldu, yükseldi, sonra çekildi, geriye balçığa bürünmüş mobilyalar kaldı... O an insanın aklına gelmiyo, eşyalarımız gitti, kimliğimiz gitti, en kötüsü de fotoğraflarımız gitti... Geçmişimiz silindi sanki... En çok fotoğraflara üzüldük... Benim küçüklüğümden nerdeyse hiç fotorafım kalmadı... O an, teyzemin kimliğinin kaybolmasına akan gözyaşlarında, kendi geçmişimin, kimliğimin, fotoğraflarımın kaybolmasını görmüştüm... Sonra biz yeni bi ev tuttuk, bikaç eşya aldık, evimiz bahçesizdi, kedileri getiremedik, ama kendi memleketimizdeydik, aynı dili konuşuyoduk, kimliğimizi de çıkarttık...

Antakya’da Nisan, Mayıs aylarında deli yağmurlar yağar, gök gürültüleri çok kuvvetlidir, yerinizden oynatır bazen... Geceleri gök gürleyince hala çok korkuyom... Kilis’te geceleri bomba seslerine uyanırdım, Antakya’da da gök gürleyince bazen bomba düştü sanıyodum, çocukluğumdan kalma sel anılarıyla karışık korkular yaşıyodum...

Bizimle beraber çalışan birçok Suriyeli arkadaşımız var. Hepsi de zor durumlardan, zor koşullardan çıkıp gelmişler. Onlardan bi tanesi, kedisini, ailesini almış da gelmiş... Kedileri çok sevsem de, bana bile garip gelmişti, sordum ona... Savaş halinde nerden geldi aklına kediyi almak, zor olmadı mı getirmek? Demişti ki, canımın parçasını nasıl bırakayım geride, bombaların altında... Aklıma bizim kedilerin o sel anında nasıl da korktuğu gelmişti, gözümün önüne gelmişti.

çocuklardan biriyle dağıtım sırasında /23 Nisan 2013 
23 Nisandı... İlkokuldayken bandodaydım ben. Bandoda şef olmuştum... Bi 23 nisanda geçit yapıyoz... Müdür bana anlattı nasıl selam verilceğini falan, kaymakama varmadan bi tane işaret var, ona gelince sopayı omza, sonra bi işaret daha var, onu görünce kaymakamı selamlamak için sopayı kaymakama doğru doğrultçaksın falan... Müdüre soruyom, niye kaymakama selam veriyoz, niye böyle bişi yapıyoz anlamıyom... Neyse toplandık hepimiz sabahın köründe, geçit yapıcaz da kaymakama selam vericez diye... Yorulduk hepimiz, ben bilerekten, sivil itaatsizlik olsun diye müdür ne dediyse tersini yaptım kaymakama selam verirken, önce doğrulttum sopayı, sonra kaymakama selam verilceğinde omzuma aldım, sonraki işarette gene doğrulttum, müdür ne dediyse tersini yaptım... Sabahtan beri millet orda,  trampetler, davullar omuzlarında bekliyolar, ilkokul çocuklarıyız hepimiz işte, bizim müdür benim önümden yürüyo, yürümeye  devam ediyo... Bando saçmalamaya başladı ritimlerde, ben de gittim dedim müdüre, durduralım mı, çocuklar yoruldu dedim. Kızdı bana müdür, zaten selamı da yanlış verdim ya, ona göre yanlış bana göre sivil itaatsiz selam... Ben de tamam durmayalım dedim,  ben de birinci tempoya geçirdim bandoyu, en kolay olanına, yorulmayacakları şekilde yani, bi daha da tempoyu hiç değiştirmedim... Neyse işte 23 Nisandı, geçen sene, biz yine kupon dağıtıyoduk. Dağıtım yapçağımız yere giderken, bi sürü çocuk gördüm yolda, bando ekibi falan gördüm, anılarım canlandı... Sonra dağıtım yapçağımız yere vardık, insanlar yavaş yavaş gelmeye başladı... Kadınlar, erkekler, çocuklar... Bizimkiler 23 Nisan’da kıyafetlerini giymişler, çocukların bayramını kutlamaya gidiyolardı... Suriyeli çocuklar ise yardım kuyruğunda bekliyolardı anneleriyle, babalarıyla... Geçen sene savaş başlayalı iki yıl olmuştu, bu yıl üç yıl oldu... Bizim çocuklar, 23 Nisan’da güzel kıyafetlerini giyip, bayram kutlarken, Suriyeli çocuklar okula bile gidemiyolar...

İşte ben tüm bu zor düşüncelerin arasında gidip gelirken dışarı çıkmıştım, kaldırıma tünemiştim. Gözümün önünden geçmişti yıllarım... Annem spor ayakkabı almıştı bana, ama  o zaman çok hızlı büyüdüğüm için parmaklarım uzamıştı ve baş parmağımın olduğu yer delinmişti, ama bi daha ayakkabı alamadığımız için o başparmağı delik ayakkabımla giderdim okula... O zaman zor gelirdi, utanırdım, aslında yeniyken fiyakalıydı ama işte baş parmak delince karizma kırılmıştı... Şimdi olsa aynısı, ne güzel  olmuş tüketmemişim derdim, şimdi yalın ayak bile giderdim her yere ama işte o zaman çocukken başka oluyo herşey... İşte o zamanlar kabus gibi bi rüya görürdüm... Okula gitmişim, ama ayakkabım yok, yalın ayağım... Böyle okulun bahçesinin ortasında ben varım, ayaktayım, ayaklarım yalın, ne yapçam ben diyorum ayakkabısız, herşey etrafımda dönüyo... Sonra böyle telaşla uyanıyom, hala görüyom bu rüyayı, senede bikaç kez görüyom... Düşünüyodum o sırada, ben diyodum bi ayakkabısızlıktan bu kadar etkilenirken, bu çocuklar bu zorlukların içinde ne oluyolar acaba... İşte tüm bütün bunları düşünürken, kaldırımda bi yanıma bi köpek geldi oturdu, bi yanıma bi suriyeli çocuk oturdu, sırtını dayadı bana, hissetti sanki... O an heralde o günün en güzel anıydı...

Hayata Destek Derneği olarak biz,  insanlara gıda ve hijyen yardımında bulunuyoz. Hem de bazen kışlık yardımı yapıyoz. Bir de çeşitli eğitimler, psikolojik destek verdiğmiz toplum merkezlerimiz var. Çocuklar geliyo merkezlere, herkes geliyo. İngilizce, bilgisayar, kuaförlük gibi dersler veriliyo merkezlerimizde, yine çocuklar için özel programlar oluyo. Çocuklar öyle seviyo ki bizimkileri, bıraksan geceleri de toplum merkezinde uyucaklar. Yine beslenme ile ilgili projemiz var, anne/çocuk beslenmesiyle ilgili eğitim çalışmaları yapıyoz, ayrıca hem savaş sırasında, hem günlük hayatta olabilecek risklerle eğitim verdiğimiz projemiz de var. Bazen engellilerin ihtiyaçları için çalışıyoruz, bazen okul kıyefeti dağıtıyoz, ihtiyaca göre elimizden gelen herşeyi yapmaya çalışıyoz. 
Battaniye dağıtımı sırasında
Bazen sorunlu durumları olan kişilere de yardım etmeye çalışıyoz. Dernekteki herkes, hep nasıl daha fazla yardım ederiz diye düşünüyo aslında hem derneğin imkanlarıyla, hem kendi, hem etrafındakilerin imkanlarıyla. Geçen gün bir faydalanıcının (yardım ettiğimiz kişilere faydalanıcı diyoz) evini ziyaret ettiklerinde,  evde beş kardeşine bakan genç bir kızın doğum günü olduğunu öğrenince,  bütün ekip küçük hediyeler almışlar ortaklaşa. Sabah karşılaştık, elde birsürü torbalar, dedim ooo alışveriş mi yaptınız, sonra hikayeyi anlattılar, sonra heycanla ofisten çıkıp gittiler...  Herkes kenetleniyo işte, lojistikçisinden çevirmenine, şoförden projecisine, temizlik görevlisinden finansçısına kadar herkes...

Dağıtımlarımız genelde hafta sonu oluyo.  Gündüz gece, hafta içi hafta sonu demeden herkes çeşitli sorumluluklar alıyo. Kimi sırayı takip ediyo, kimi kişilere programı anlatıyo, kimi gidiyo yemek getiriyo... Bi şoför amcam var... Şeker hastalığı var, bu nedenle rahatsızlanmıştı. Hastaneden çıktıktan sonra koşa koşa işe geldi. Bizim de dağıtım var, o da geldi... Onu görmeliydiniz o gün, yeni kayıt masasında görev yapıyodu, etrafında onlarca insan, tek tek hepsine isimlerini adreslerini soruyodu ve yazıyodu... Sonra gerçi ben azarı yedim proje yöneticisinden, şekerli adamı niye böyle yorucu işe veriyosun diye...

Bi de yine bu kupon projesinde çalışan bi abimiz var Hataylı, hem de muhteşem bi abi. Hatay’da neye ihtiyacınız varsa ona gitçeksiniz. Elinden geleni yapar... Meyve mevsiminde ofise meyveler getirir. İnanılmaz bi insan. Onu gördükçe hepimiz ilham alıyoz. Dağıtım sırasında, proje yöneticisi arkadaşımla onu izliyoz. Aynı anda insanların kimliklerini kontrol ediyo, güzel güzel sabırla anlatıyo, sonra telefonu çalıyo, bi faydalanıcı arıyo, marketten alışverişle ilgili bişi soruyo, sabırla cevaplıyo, o sırada kibarca ötekine sen bekle diyo. Sonra bekleyenin işini hallederken, gene telefonu çalıyo, gene sabırla cevap veriyo, sürekli koşuyo... Faydalanıcıların hikayelerini duyunca bazen yüreği dayanmıyo, gözlerinden yaşlar süzülüyo... Karış karış biliyo çalıştığı yerleri, beraber çalıştığı aileleri...

Bi gün fon veren bi kurumla aile ziyaretine gitmiştik. Bi bölgede insanlar, kulubenin içinde yaşıyolardı sekiz kişi. Su yok, elektrik yok. İnsan hüzünleniyo, tutamıyo kendini, böyle başımızı eğmiş yürürken, karşıdan gülerek bi ablam geliyodu... Yanımdaki Suriyeli arkadaşa, beni tanıdın mı diye sordu, hatırlayamadı ama hatırladım dedi... Sonra ablam dedi ki bana kupon vermiştiniz, sağolun... Hadi gelin bi kahvemi için, künefe de yaptım yirsiniz. Gittik ablamın evine, kahvemizi içtik, sohbetimizi ettik.

Ben işte o Hatay’daki ilk eve geldiğimde iki kız vardı(hala varlar), hani salonlu ofise ilk gittiğimde, gerçi şimdi normal ofisimiz var bu arada... Neyse iki kız var bizim çalışanlardan... Sürekli hastaneye gidiyolardı. Ben de lojistikçiyim ya, benden sürekli araba istiyolar. Neyse sonra sordum hikayeyi, kızlar nereye gidiyonuz dedim sabahın körlerinde uyanıp uyanıp... Onlar da sorunlu hamilelik yaşayan bir Suriyeliye yardım etmeye çalışıyoz demişlerdi. Ben de içimden deli bunlar diye düşünmüştüm, hergün gidiyolar bi kişi için... Bazen şakasına takılıyoduk onlara, soruyoduk, ne oldu doğurdu mu falan diye, nerdeyse kendileri doğurcakmış kadar endişeliydiler... Yani hem güzel geliyodu yaptıkları ama bazen okyanusta bi damla diye de hissediyo insan, biz ne düşünürsek düşünelim onlar gitmişlerdi hergün, hem de tüm aksiliklere rağmen yılmadan usanmadan... Bi gün bebeğimiz doğduuuu diye sevinçle girdiler ofis-evin kapısından, hepimiz takılıyoduk da tabii ki duyunca çok mutlu olduk... dedik ismi ne? “Hayat” dediler...

Aynı gökyüzünün, aynı güneşin, aynı ayın altındayız ve yine de “Hayat” verilen en güzel hediye...




Youtube'a giremeyenler için :
http://www.zapkolik.com/video/julide-ozcelik-hayat-505269
Hayata Destek Derneği için:
https://www.facebook.com/HayataDestek?fref=ts

Bilge 

3 Mart 2013 Pazar

YAMBİO'DAN DÖNERKEN...




Yambio'nun çocuklarıyla, aynı gökyüzünün altında... 

Ben küçükkenden beri şarkı söylüyom… Ufakken daha, altı yaşındayken, yani aslında bundan tam yirmi altı yıl önce falan annem bir arkadaşından bir kaset çalar ödünç almıştı… İlk kasetimiz de, Zülfü Livaneli’nin bir kasetiydi. O kaseti arkalı önlü ezberlemiştim. “Kapıları Çalan Benim” şarkısını en güzel söylüyodum… Küçüktüm, anlamıyodum ama  o şarkıyla yakın hissediyodum kendimi… Babam, annem komünistti, hep komünistlerle buluşuyoduk, görüşüyoduk… Sonra babam diyodu hadi söyle şarkıyı, böyle geçiyodum herkesin karşısına “Kapıları çalan benim” diye başlıyodum… Bi keresinde Bornova’da buğday tarlalarının oraya pikniğe gitmiştik, o zaman Bornova’da buğday tarlaları vardı… O buğdayların önüne geçip söylemiştim şarkımı, “çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler”… O zaman aslında ne atom bombasını biliyodum, ne çocukların nasıl kağıt gibi yanabileceğini, annemler anlatıyodu aslında ama çocuk aklı, öyle atom bombası falan hayal edemiyosun... Nerden nereye, sonra müzikoloji okudum üniversitede, mezun oldum, serde aktivistlik olunca o eylem senin bu eylem benim derken, sınavlara falan da gitmeyince  okul da uzayıverdi. Sonra mezun oldum işte altı yılda, aslında babam desteklemişti beni hep, müzik dersleri aldırmıştı ama mezun olunca babam hem şakayla karışık hem ciddi demişti ki “sanki mühendis mi, doktor mu oldun”  demişti… O zaman biraz üzülmüştüm, aslında belki de baya bi üzülmüştüm…
Catherina ve ben 
Sonra işte maceram başladı ya da maceraya devam ettim diyelim… Ordan oraya koştum eylem yapıcaz, dünyayı değiştiricez diye… Çocuklar şeker de yiyebilsinler diye falan işte…
Yambio’ya gittim… Orası ayrı bi dünya, ayrı bi hayat, ayrı bi deneyim oldu benim için… Hani hem zorluklar gördüm ama bi yandan o kadar güzel şeyler yaşadım ki… Aynı dili konuşamasan da birbirini ne kadar sevebileceğini gördüm… Bi temizlikçi ablam vardı, Catherina, yani benimle birlikte hastaneyi temizlemek için çalışan bi sürü temizlikçi vardı aslında ama işte Catherina’nın yeri ayrıydı gönlümde… Hiç konuşamıyoduk ama gözlerle, hareketlerle falan anlaşıyoduk işte… Böyle annem yaşında, annem gibi, annem gibi bakıyo aslında, annem mavi o kahverengi bakıyo işte, ama ikisi de aynı aslında… Ben dönerken Yambio’dan ikimiz de ağladık çok… Çok özledim Catherina’yı, aslında herkesi çok özledim, aynı dili konuşamadığım ama anlaşabildiğim tüm güzel insanlarımı çok özledim… En sevdiğim ağacımı buldum Yambio’da, gökyüzüne uzanan, kocaman gövdeli, belki de neler görmüş neler geçirmiş en güzel ağacımı buldum ben orda… Böyle ilk gördüğüm zamanlar hayal gibi geliyodu o ağaç bana, zaten genel olarak Afrika’nın doğası hayal gibiydi… Bazen gerçek olduğuna inanmak istedim ama gökyüzüne uzanan o kocaman gövde gerçek olamazdı sanki… Dans etmek bile başkaydı orda… Dans ederken hep sevdiklerimi düşünüyodum, hep onlarla dans ediyodum aslında, gökyüzüne değiyodum sanki dans ederken… Sonra özlem başkaydı, böyle ailemle konuşurken falan gözyaşlarımı tutamadığım oluyodu bazen, teyzemle konuşurken hiç şansım yok çok ağlıyoduk karşılıklı, gurbet işte… İnsanların tüketmeden ne güzel de doğayla uyumla yaşadıklarını gördüm orda… Mümkündü tüketmeden yaşamak, ben de basit yaşadım orda aslında…  Hatta kendi üretimimi yaptım ilk kez, roka, kişniş, domates, kabak bir sürü şey ektim biçtim, o rokaların kafasını topraktan çıkardıklarını gördüğümde gözlerime inanamadım, çok sevindim, iki günde güzelliklerini göstermişlerdi… Çocukların doğanın içinde hayatın yolunu bulduğu bi yerde olmanın güzelliğini orda gördüm ilk… Nasıl da mutlu oldukla
rını, mutlu koştuklarını gördüm, karşılıksız sevgilerini tattım çocukların… Çocuklar hayatım oldu aslında orda, çok sevdim çocukları… O saflıklarını belki de ilk kez orda keşfettim aslında… Sonra ordaki herkes güzel yaşasın diye uğraşan onca arkadaşımı tanıdım, yani gecesini gündüzüne katıp çalışan bütün Sınır Tanımayan doktorlar ekibi işte… Orada, yani Yambio'da anladım ki, aynı gökyüzünün altında yaşıyoz hepimiz… Hep Yambio’dan bi dönüş yazısı yazmak istemiştim ama elim varmadıydı bi türlü yazmaya… Çok özledim işte, çatısı ottan kulübemi, orda gördüğüm bütün enteresan canlıları, ağaçları, insanları… Çocuklarını özledim, ağaçların arasından koşturup üstüme atlamalarını özledim, hep gülsünler istedim… Orda dua etmeyi öğrendim… Kime, neye dua ettiğimi hiç bilemedim ama hergün Yambio’lu çocukların, dünyadaki çocukların iyi olması, güzel bi dünyada yaşamaları, yaşamak için dua ettim…


Muratla beraber... 
Döndüm işte sonra Yambio’dan geçen ekim ayında… Sonra biraz vakit geçirdim sevdiklerimle, ama yerimde duramadım… Yine Sınır Tanımayan Doktorlarla Kilis’e gittim… Aslında İstanbul’dan belki binden biraz fazla, Ankara’dan daha az kilometre uzak bulunan Suriye’de bi savaş var, o savaştan kaçan Suriyeliler Türkiye’ye geliyo, başka ülkelere gidiyo… Kimisi mülteci kamplarında kalıyo, kimisi artık kamplarda yer kalmadığı için kamp dışında kalıyolar, Kilis’te de birçok Suriyeli var… Ben Sınır Tanımayan Doktorlar’ın yaptığı dağıtım kampanyasına destek vermek için gitmiştim, kamp dışında kalan mültecilere bazı ihtiyaçlarını dağıttık yaklaşık bir ay boyunca… Yambio’da zorlanmıştım, hani durumlar zordu bazen, ama Kilis’te yaşadıklarım en zoruydu belki de… İlk kez bir savaşın bu kadar yakınındaydım belki de… Zordu savaşın izlerine, insanların gözlerindeki acıya şahitlik etmek zordu… Gittiğimiz aileler bizi çok güzel karşıladı, tüm yaşananlara rağmen tüm sıcaklıklarıyla misafir ettiler hep bizi, gülümsediler bize, sevgiyle karşıladılar… Çok soğuktu hava o zaman, kar bile yağmıştı… İnsanlar soğukta, bazıları yıkık duvarlar arasında yaşıyolardı, bazılarının hiçbişeyi yoktu… Yoktu ama ona rağmen ne varsa paylaşmaya çalışan bi sürü aile vardı… İncecik süngerlerin üzerinde incecik battaniyelerle bi odada on-onbeş kişi kalıyolardı… Koşullar önemli değildi, ama kayıplar vardı, acılar vardı… Çocuklar sokaklarda oynayamıyodu… Bigün bi evde yine kahve içelim diye ısrar etmişlerdi, çok işimiz vardı ama girdik içeriye... Ben aynı dili konuşamıyom o yüzden öyle dosyalarımı karıştırıyodum, sonra küçük Murat geldi, zorla elimi çekti, sonra elimi öptü, alnına koydu, sonra kucağıma oturdu... Aynı dili konuşmuyoduk ama çok sevdik Muratla birbirimizi... Çocuk Murat anlamıştı beni, hissetmişti içimdeki acıyı, sevgisini vermeye gelmişti bana... 
Babam, canım babam, Kilis’te kağıt gibi yanmış çocuklar gördüm, şekerler boğazlarında kalmış acıdan baba… Baba aynı gökyüzünün, aynı güneşin, aynı ayın çocuklarıyız ama, kiminin kısmetine bombalar, kiminin kısmetine başka şeyler düşüyo… Anlamıyom baba, şimdi de Suriyeli çocuklar için dua ediyom, artık dursun savaş diye, çocuklar bomba sesleriyle yaşamasınlar diye… Babam, mühendis, doktor olmadım… Ama işte Sınır Tanımayan Doktorlara katıldım, sen bana o şarkıları dinletmişken, söyletmişken nasıl sadece mühendis olcaktım ki zaten… Bugün de Antakya'dayım babam, Hayata Destek Derneği ile... Onu da sonra anlatırım... 

Sevgiler
bilge
En sevdiğim ağaç

14 Kasım 2012 Çarşamba


KOZİ'ME SEVGİLERLE... 

kozi
Bundan on yıl kadar önce Şura ve Bilge’yle beraber bi alışveriş merkezine gitmiştik. Dönüşte de toplu taşıma yok, alışveriş merkezinin servisinin saatini beklememiz lazım falan, istemedik beklemek, çok vardı servise, otostop çektik. Bi adam durdu, aldı bizi. Ama böyle bi rahat hissetmedi, biz de rahat hissetsin diye inceğimiz yerden önce indik arabadan.
O zamanlar annemlerle oturduğumuz yerde hayvan koruma evi olarak biliniyoduk, nerde bi hayvana zarar gelse, bizi arıyolardı. Ön balkonda iki köpek, arka balkonda bi görme engelli köpek, evde kediler. Bu arada beşinci katta oturuyoz falan. Ama bi yandan hasta hayvanlar, bazen kaybediyosun onları falan hem sinirlerin bozuluyo, hem öyle bi kaynağımız da yok yani, hani bahçe falan yok, e tedaviler hep masraf, ama elimizden geleni yapıyoduk… Neyse ailecek karar almıştık o zaman, bi tane köpek menenjit olduğundan onu uyutmak zorunda kalmıştık ve hepimizin sinirleri çok bozulmuştu bu duruma, işte başka hayvan girmeyecek eve, sadece şu an evimizde olan kedimiz olacak, ötekilerin problemlerini olabildiğince dışarda halledicez falan…
Neyse işte otostoptan indik, bi sokağa girdik, ben başka sokaktan gidelim diyom ama kızlar illa bu sokaktan gitçez dediler, hadi ben de takip ettim… Bikaç çocuk bi tane kedinin başında bekliyo. Bizim Şura ve Bilge de gördüler kediyi ay yazık falan diyolar. Ben bakmıyom tabi, bakarsam ne olcak bilmiyom. Bizim kızlara diyom ki, kızlar bişi yapamayacaksınız, nasıl olsa almıcaksınız kediyi, o yüzden gidelim hadi… Benim için zor tabi bakmamak… Neyse tam kızlara bi daha seslenecektim, kafamı çevirmiştim ki, Kozi ile göz göze geldik…
Bi hayat anı aslında… Kozi bi deri bi kemik, küçük belki bi buçuk, belki iki aylık bi kedi, tüyleri birbirine yapışmış yağlanmaktan, kendini temizleyememiş çok belli. Sonra bi ayağı kırılmış nasılsa, galiba öyle kırık bi şekilde de kaynamış. Sonra gözlerinde iltihap var, gözlerde perde… Ama biz gene de göz göze geldik onla işte, o sırada gözlerimin içine bakarak “miyav” dedi… Yani bi film gibi annemlerle yaptığımız konuşmalar gözümün önünden geçti ama. ama o “miyav” sesine nasıl dayanırdım ki? O kadar pisti ki ellerimle tutamadım bile, bi torba aldım onun içine koydum, sonra bi kutu buldum falan. Kutuyla beraber eve giricem, kapıyı çaldım, babam elimde kutuyu gördüğü an kapıyı yüzüme kapattı ve içerden bana herhangi bi hayvanla eve giremeyeceğimi söyledi. Annem de yok evde, param da yok falan… Neyse annemi buldum, gösterdim, dayanmadı yüreği, para verdi bana, veterinere gönderdi, bi yer buluruz dedi. Götürdüm veterinere, gözlerini tedavi olabilceğini söyledi ama ayak için pek umut yoktu ne yazık ki. Bi de giderken kutunun içine kakasını yaptı ki, nasıl kokuyo, rezil oldum millete… Sonra eve geldim, kapının dışından babama Kozi’ye bakacak birini kesin bulacağıma dair sözler verdim ve eve girmeyi başardım Kozi’yle… Aslında Kozi’nin uzun adı Quasimodo… Kısaca Kozi oldu adı işte J. Elbette ben ona bi yer bulamadım, herkes kedim şöyle güzel olsun, böyle rengi olsun falan diyodu. Kozi’yi beğenen çıkmadı, oysa aslında o bi bengal kaplanı gibiydi, sağ tarafındaki izin aynısı sol tarafında da vardı, sol elindeki çizgi, sağ elinde de vardı, çok güzeldi oğluşum, kaplandı…
Koziyle... 
Neyse işte ne kadar şanssızdılar oysa ki Kozi’yi beğenmeyenler ve biz ne kadar şanslıydık aslında… Ne kadar sevgi doluydu Kozi, benim bugüne kadar gördüğüm bütün kedilerin hepsinin sevgisini topla o bile anlatmaya yetmezdi Kozi’nin sevgisini. Herkese karşı, kim gelse eve, topallaya topallaya gider herkesi ne kadar çok severdi, böyle kafasıyla vücuduyla severdi herkesi, hani bunu her kedi yapar dersiniz belki ama o size değince başka değerdi, bunu herkes de söylerdi, Kozi başka derdi herkes… Zaten babam sonra dedi ki, hani birini bulur gibi olmuştum Kozi’ye, vermem dedi, vermem Kozi’mi kimseye, zaten sonra Kozi babamın kedisi olmuştu (ta ki Kontes gelesiye kadar ama o başka hikaye tabi)… Kim gelirse gelsin onlarla uyurdu, hani yeni tanıştığı birileri olsa bile ona fark etmezdi… Genelde annemle uyurdu tabi, ama o kadar kocamandı ki, yatağın çoğunu kaplardı valla. Galiba çok aç kalmıştı, o yüzden çok yemek yiyodu, onu durdurmak zordu, herkesin yemeğine dalıyodu, yemekleri kaçırmak zorunda kalıyoduk, o yüzden de çok kilo almıştı aslında, belki on kilo vardı Kozi… En çok sevdiği şey de zeytindi. Kahvaltı sofrasını hazırlıyoz bi gün, zeytini koymuşuz, sonra mutfağa gitmişiz, tabi Kozi masanın üstünde yerini almış hemen, patisiyle bi tane zeytin çıkarmaya çalışıyo tabaktan, tabi ben mutfaktan çıkıyom görüyom, Kozi napıyosun diyom, “miyav” diyo bana sanki ne var ki, bi zeytin alıyoz, sevdiğimiz yiycek işte der gibi… Sonra bunu her tekrarladığında ben ona “Kozi, şişşştt” diye bağırıyodum o da bana miyav diyodu… Hatta bu oyunu hep oynuyoduk onla sonra da, şişşttt Kozi diyodum, zeytin olsa da olmasa da işin içinde, o ne yapıyoz be bakışlarını atıyodu bana, miyavvvv diyodu sonra… Kozi sevginin simgesiydi benim için hep, sonra yaşamanın, yani onca derdine rağmen ne güzelde sevgi dolu ve mutlu yaşıyodu, valla evimize geldikten sonra,  Kozi “sevgi” daha bi anlamlı hal aldı, sanki daha çok sevdik birbirimizi, sanki bize sevgiyi daha bi güzel öğretti, yaşattı Kozi… Sonra bi de burun ısırmayı çok seviyodu, böyle kucağınızda yatıyoken bir an hopp diye burnunuzu ısırabiliyodu ama tatlı ısırma J Bi de böyle penguen gibi otururdu iki ayağının üstünde, bi de ne ayağım kötü, ne şişmanım der her yere koşturur, oyunlar oynardı, oynardık yani… Bi yeğenlerimi kıskanırdı azcık, Toprak ve Ege’yi, hani o da annemle babamı kıskanıyodu sanki gibi, e tabi torun olunca… Annemler Fethiye’ye taşınmışlardı o zaman hem kendileri, hem kedilerimiz için, Kozi önce dışarı çıkamıyodu ama sonra bi alışmıştı, bi koşturuyodu kelebeklerin falan arkasından, galiba Kozi’yle ilgili en sevdiğim manzaralardan biri oldu bu… Canım sıkılmıştı bi keresinde bişeylere, ağlıyodum, gelmişti kucağıma, gözyaşlarımı öpmüştü, kafasını koymuştu yüzüme… Konuşuyodu hep, bişi diyodun muhakkak karşılık veriyodu, daha vermediğini görmemiştim, hem Türkçe hem başka diller de biliyodu yani, yabancı arkadaşlarımla da konuşuyodu hep, hani hiç duymamazlıktan gelmezdi Kozi, duymamazlıktan, görmemezlikten, sevmemezlikten gelmezdi işte…
Kozi’mle bi ilkbahar sabahı karşılaşmıştık işte… Hani dünya, olaylar beni onunla karşılaştırmıştı, bu randevu evren tarafından ayarlanmıştı sanki… Sonra ben işte geçen ay Güney Sudan’dan döndüğümde, annemle babamı görmeye gittim tabi ki Datça’ya. Babama haber ettim, otobüs terminalinde karşıladı, anneme de sürpriz yaptık… Eve girdim, gittim annemle sarıldık öpüştük, kafamı çevirdim, sevinçle Koziiiiiiii, oğlummmm şişşşştttt diye bağırdım, kimse miyav demedi… Sonra annemle babam ağlamaya başladı… Ben yokken Kozi’yi kaybetmişiz, hasta olmuş, gitmiş Kozi… Ben yokken gitmiş… Çok özledim Kozi’yi, çok özledim…

Bilge

23 Eylül 2012 Pazar

Afrikalı Küçüğüme


24.08.2012


Yambio'nun bulutları
Küçüğüm… Küçüğüm, gitme bu dünyadan be… Gitmezsen eğer neler neler olucak… Sen gözlerini açınca, annenin o ağlayan gözleri, sonra ananenin, belki teyzenin, babanın, bilmiyom yanında çok insan var hep, onların o ağlayan gözleri hep gülecek küçüğüm… Doktor Maura ablan çok sevincek, sonra hemşireler, herkes çok sevincek… Sonra tukulunuza gitçeksiniz, arkadaşlarınla buluşçaksın küçüğüm, özlemişlerdir seni hem, beraber ağaçların altında koşturcaksınız daha… Sonra belki sen o küçücük bedeninle tulumbadan su doldurmaya gitçeksin, sonra o küçücük kafanda on litrelik bidonu taşıcaksın belki küçüğüm, belki o sular taşçak dökülcek… Sonra güzel yemekler yiceksin, belki süt dişlerin kırılcak yerken… Belki yaramazlık yapçaksın,  sonra annen kıçına bi şaplak atacak… Mango ağaçlarının tepesine çıkçaksın daha küçüğüm… Dalından kopardığın mangoları yiceksin… Sonra belki ordan gökyüzüne bakçaksın, bulutları keşfetçeksin belki de, kahkahalar atçaksın daha… Ne biliyim belki hani o çamurlu küçük göl var ya, sen de bütün çocuklar gibi oraya gidip yüzme denemeleri yapçaksın küçüğüm… Sonra belki geceleri yıldızların altında uyucaksın daha…

Sonra sabah kalkçaksın neşeyle, sonra belki ben sizin ordan geççem, arkamdan koşturcaksın “kavaca, kavaca*” diye, sonra belki de ben senin o güzel yanaklarını sıkıcam… Belki okula gitçeksin sonra, belki İngilizce öğrenceksin… Sonra daha futbol oynucaksın belki… Kiliseye gidip dua etçeksin küçüğüm, başka hastalar iyileşsin diye… Şarkılar söylüceksin sonra, dans etçeksin neşeyle arkadaşlarınla beraber kilisede… Belki Yambio’nun deli yağmurlarının altında koşturcaksın çılgınlar gibi… Belki burda kalcaksın, belki başka yerlere gitçeksin küçüğüm… Sonra belki aşık olcaksın, yüreğin titricek sevdiğini görünce,  belki beraber gökyüzünü seyretçeksiniz… Belki sen büyüyünce biz gene karşılaşcaz… Karşılaşmasak bile küçüğüm aynı gökyüzüne, aynı aya, aynı güneşe bakıyo olcaz… Bilmiyom ne zamandır hastanedesin… Ama gözlerini kapalı görüyom son günlerde, öyle olduğun yerde yatıyosun… Adını bile bilmiyom ne hastalığın var, ne derdin var onu da bilmiyom, belki en fazla bi yaşındasın…

Ama seni hergün görüyom küçüğüm, böyle bi garip bi bağ hissediyom sana küçüğüm  ve seni çok seviyom… Hergün senin için dua ediyom, hergün senin için ve bütün çocuklar için dua ediyom… Daha yaşıcak çok şeyimiz var hep beraber, paylaşçak çok şeyimiz var… Gökyüzü, ağaçlar, bulutlar, güneş, ay, yollar, gökkuşağı, yağmur, sevgi hepsi senin için, bizim için… Bugün doktordan izin aldım, ellerimi iyice yıkadım, elini tuttum küçüğüm, belki hissettin belki hissetmedin, ama o küçücük parmaklarınla parmaklarımı sıktın, azcık ağzını oynattın, nasıl sevindim bilemezsin… Yarın gene gelicem seni görmeye… Tek dileğim o güzel gözlerini açman, şöyle rahat bi nefes alabilmen küçüğüm, şöyle bi oh diyebilmen, ha gayret küçüğüm… Daha çok şeyler yaşayacaksın iyisiyle kötüsüyle… Bunu bi atlattın mı, hiçbişi senin önüne geçemez küçüğüm…Hadi hepimizi sevindir, sen gülersen, dünya güler…

25.08.2012

Bugün gitmicektim hastaneye…. Fakat çadıra giden kablo yanmış, o yüzden gelmem gerekti. Seni bugün de gördüm küçüğüm… Gözlerini açmamıştın ama oksijen makinesinde değildin, kendiliğinden nefes alıyodun. Ne sevindim bilemezsin. Sen iyileş, hep iyi ol istiyom.
30.08.2012 

Küçüğüm, adını hala bilmiyom. Son günlerde hastanede koşturmaca çok, aslında hep çok işte koşturmaca… Sana ziyarete gelememiştim bikaç gün, unuttum sanma… Doktor ablan aradı beni, gel sana bişi göstercem diye. Ellerini yıka dedi, sonra 12. yataktaki hastayı git gör dedi. O yataktaki hasta sendin küçüğüm. Uzun uykudan uyandın nihayet…  Uyuyodun gerçi gene geldiğimde, biraz sıkıştırdım, rahatsız ettim seni ama bana mısın demedin, uyumaya devam ettin…

Sonra bi daha geldim, o zaman uyanmıştın, süt bile içiyodun… Açıkçası bilmiyom hastalığın neydi, ama hani biraz kafayı tutamıyosun şimdi dik, hani böyle yaylanıyosun birazcık. Belki bazı kalıcı problemler olabilirmiş sağlığında… Ama ben dua ediyom senin için, sonra doktorlar, hemşireler sana çok iyi bakıyolar… Ha gayret, o uzun uykudan uyandıysan eğer bunları da atlatırsın, o küçücük bedenin bunları aştıysa, daha neler neler yaparsın… Ha bu arada, annenin gözleri gülüyo, sana süt içirirken falan öyle nazik, öyle dikkatli ki… Hergün seninle ilgili daha güzel haberler duymak istiyom… O kafayı dimdik görmek istiyom küçüğüm, ha gayret…

04.09.2012 

Bugün de geldim yanına, baktım annen toplanıyo, gidiyosunuz sandım, hemen ellerimi yıkayıp koşturdum yanına, hani hoşça kal diyim sana diye, ama meğersem sadece eşyalarınızı topluyomuş annen. Biliyosun bizim hastanede çok olanaklar yok hani her çocuğa bi oda ya da dolap falan düşmüyo hani eşyalarınızı koyun diye, annen de küçük bi çantaya topluyo eşyalarınızı. Bugün hareketlenmişsin baya, ama kafa gene yaylanıyo, sanki gözlerin de görmüyor gibi… Böyle şeyler olurmuş, internetten okudum, o kadar zaman derin uykudaydın, böyle şeyler bazı sağlık problemlerine, belki nörolojik problemlere yol açabilirmiş. Gene parmaklarımı sıktın…

Annen de gülüyo ben gelince, seninle oynayınca, belki anlamıyo, napıyo bu garip kız diyo. Keşke aynı dili konuşsak, neler anlatırım  ona, benim şu anki hayat motivasyonum senin bebeğin ve onun gibi bütün çocuklar diyebilseydim, hani çocukların anlamlı-anlamsız herşeye gülüşlerini izlemek, o küçücük bedenlerinizle yaptığınız garip hareketler, koşturmacalarınız falan, bütün bunlar benim için hayatın anlamı diyebilseydim… Geçen gün kilisenin ordan geçiyodum, dua vardı. Burda duayı dans ederek, şarkı söyleyerek yapıyolar ya Küçüğüm, senin gibi küçücük çocuklar dans ediyolardı, ben yaklaşınca yanıma yanaştılar, benimle dans ettiler falan, çok tatlıydılar…

06.09.2012

Küçüğüm, bugün gitmişsiniz hastaneden. Sana veda edemedim. Bi daha karşılaşır mıyız bilimiyom. Çünkü yakın zamanda memleketime geri dönüyom, sonra belki başka ülkelerdeki çocukların iyileştiği hastanelerden birine gidicem. Ama o sevimli yüzünü hiç unutmucam senin Küçüğüm. Belki sıtmaydı hastalığın, hani ilerlemişti, o dokundu sana belki. Tek dileğim tüm sağlık problemlerinden kurtulman, mutlu ve huzurlu bi çocuk olarak hayatına devam etmen, tüm yüreğimle bunu diliyom… Tüm yüreğimle hani senin için o ilk gün yazdığım şeyleri yapabilmeni diliyom. Burda çocuklar, yetişkinler sıtma oluyolar, burası sıtma bölgesi, aslında çoğu kişi sıtma nedeniyle hastaneye geliyo. Sıtma gibi tedavi edilebilir hastalıkların insanları böyle etkilememesini diliyorum…

Küçüğüm, belki görmüyosun, belki görmeyeceksin ayı, güneşi, gökyüzünü… Ama aynı güneşin ışıkları içimizi ısıtacak, sonra aynı gökyüzünün yağmurlarıyla ıslanıcaz…

__

Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre her yıl 2 milyon kişi sıtma nedeniyle hayatını kaybediyor, 400 ve 500 milyon arası kişi ise sıtmaya yakalanıyor.  Dünyanın neredeyse yüz ülkesinde görülen sıtma nedeniyle gerçekleşen ölümlerin %90’ı Sahra Afrikası’nda gerçekleşiyor. Bu hastalık en çok çocukları ve hamileleri etkiliyo. Yaşanan ölümlerin %75’i çocuklar. İlerlemiş sıtmayı bir şekilde atlatan çocuklar ise ne yazık ki nörolojik problemlerle karşılaşabiliyolar. Fakat insanların sıtmaya yakalanmamaları, sıtmadan kurtulmaları, sıtmanın daha iyi ilaçlar kullanılarak tedavi edilmesi mümkün. Uyurken cibinlik kullanılması sıtma için ciddi bi önlem.

Biçok ülkede sıtma ilaçlarını bulmak mümkün, fakat insanlar ilaç masraflarını karşılayamadığı için ya da tedavi merkezlerine geç gittikleri için ya da tedavi merkezlerine çok uzakta oldukları için ya da iklim şartları elvermediğinden ötürü ne yazık ki sıtma nedeniyle yani aslında tedavi edilebilir bir hastalık nedeniyle hayatlarını kaybedebiliyolar. Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü sıtmanın çok sık görüldüğü Yambio’da çalışmaya devam ediyor. Örneğin Yambio’ya bağlı Gangura’da herkese cibinlik dağıttık, yine hastanede sıtma geçiren tüm hastalara cibinlik verdik. Hergün yüzlerce çocuğa sıtma tedavisi uygulamanın yanı sıra, eğitim çalışmalarıyla insanların hastaneye erken gelmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Ayrıca Yambio çevresinde birçok yerdeki halktan bilgilendirici çalışmalar yapan, gerekirse hastaları hastaneye yönlendiren insanlarla beraber çalışıyo. 

Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü, 1985 yılından bu yana Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da sıtma hastalarını tedavi ediyor, bu konuda daha iyi tedaviler uygulayabilmek için araştırmalar yürütüyor. Belki Küçüğüm sıtmaydı, bilmiyom ama kuvvetle muhtemel, hastaların nerdeyse yüzde doksanının sıtma nedeniyle hastaneye geldiği bi yerde sıtmadan başka olasılık gelmiyor aklıma. Belki Küçüğüm çeşitli güçlüklerle karşılaşacak hayatında hastalığın ona verdiği zararlar nedeniyle fakat yüzlerce çocuk ise Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü sayesinde hayata dönüyor, sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam ediyor! 


Yambio'nun ışıkları


 *Kavaca Juba Arapçası’nda “beyaz” anlamına geliyo.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Ben kediyim anne, bana kızma!


Kedi gibiyim. Şimdi ben Afrika’dayım ya, sanki Afrikalıymışım gibi hissediyom. Yani aslında Yambiolu gibi… Dört ayı geçti bu arada buraya geleli. Bu arada çok şeyler oldu, Uganda’ya gittim örneğin, tatile ama. Afrikam çok güzel, inanılmaz, uçsuz bucaksız… Kampala’da bi kampta kaldım önce, bahçesinde evcil olmayan maymunlar vardı. Böyle oturup da yemeğinizi yerken, maymunlar oynuyo gözünüzün önünde, bi tanesi naylon dosya bulmuş onu kaçırıyo falan arkadaşlarından, ağaçların o dalından ötekisine ağzında dosyayla zıplıyo. Böyle ağzın açık izliyosun. Sonra Uganda’nın ulusal parkına gittik, Murchison Şelaleleri’nin olduğu park, Doktor Maura ile. Bir nevi safari diyelim. Aslında önce baya kendime sordum doğru bir şey yapıyomuyum, yapmıyomuyum diye, yani hayvanların doğal ortamlarına giderek onları rahatsız etmiş olmucak mıyız falan diye düşünürken, giden arkadaşlarım hani öyle de çok zararlı bişi değil dediler. Güvendim arkadaşlara ve de gittim.

Aslında safari Uganda için önemli bir gelir kaynağı. Hani belki oralarda safari yapılmasa belki de oralara fabrika kurulcak, ne biliyim belki şimdi baktıkları gibi bakmıcaklar diye düşündüm. Ormanın içinde topraktan yol var, o yolun üzerinden ormanın içinde yol alıyosunuz arabayla, o sırada dünyanın süprizleri birbirini izliyo ardı sıra. Önce adını bilmediğim unutkan hayvan. Öyle unutkanmış ki, arkasını döndüğünde arkasında bi aslan olduğunu unuttuğundan aslana yem olacak kadar. Sonra ceylanlar, geyikler, zürafalar, aslan, gergedan, hipopotamus, türlü kuşlar ve de en sevdiğim filler… Filleri çok seviyom, çok güzeller, böyle hani ayakları en yere basan hayvanlar fillermiş gibi geliyo, hani dünyanın, toprağın en farkında olan, tabi bu da benim hayal dünyamın ürünü ya da belki de bi belgeselde duydum… Ertesi gün tekneyle şelaleye doğru yol aldık, Nil’in kollarından birinin üzerinde. İnanılmaz bir doğa, bence herkes Afrika’ya gelmeli, görmeli…

En son gün de yürüyerek şelalenin kaynağına gittik, nasıl ç-ağlıyodu anlatamam, güzelliğine dayanamadım, mutluluktan ağladım, bi de korktum ya bişey olursa bu güzelliğe dedim, ya baraj yaparlarsa ya kötü bişi gelirse başına dedim… Sonra döndük Kampala’ya, ordan Jinja’ya geçtik. Jinja Nil’in doğduğu yer, oradan sonra 6000 km yol alarak Akdeniz’e dökülüyor ve Afrika’ya hayat veriyo. Orda da bi kampta kaldık, çadırda, hemen önünde çadırın küçük bi uçurum, uçurumun üzerinde uzun uzun ağaçlar, uçurumun dibinde ise yine Nil var. Hani ormanın içinde ya, gece sessiz sakin olur diyodum amanın geceleyin nasıl bir gürültü, nasıl bir cümbüş cemaat, dedim bu orman hayvanları baya eğleniyolar geceleyin… Sonra çadırınızdan çıkıyosunuz sabahleyin uyanınca, karşınızdaki manzara çığlık çığlığa ağaçtan ağaca atlayan maymunlar… Tüylerim diken diken oldu güzelliklerinden… Sonra ayrılma vakti geldi ve de evimize, Yambio’ya geri döndük… Çok özlemişim… Hani kedi olma durumu var ya, Uganda’yı çok sevdim ama gene de Yambio’yla karşılaştırıyodum, işte Yambio’da şu daha güzel, bu daha güzel diye Amann hepsi çok güzel işte diyom sonra tabi… Hasret giderdik kamptakilerle, hastanedeki ekiple, çok heycanlandım gitmeden önce hastaneye hani iki hafta görüşmedik ya, ne güzel karşıladılar beni, sarıldık, özlem giderdik… Aslında hep bi yanım Afrikalı gibi hissettim, afrika müziğini hep çok sevdim ne biliyim afrika kıyafetlerini, belgesellerini falan hep çok sevdim hayatımda. Bi sürü Afrikalı arkadaşım da oldu hayatımda. Buraya gelince daha da bi ait hissettim kendimi. Basit hayat, az kıyafet, az tüketim, doğayla uyum, doğayla içiçe olmak, herkese selam vermek… Sabah yürüyüşe gidiyom arkadaşımla ve yolda gördüğüm herkese selam veriyom. İstanbul’a dönünce çok garip olcak, valla herkese selam vericem, burdakiler gibi gülen yüzlerle herkese selam vericem, bakalım neler olucak… Neyse işte burdayken Afrikayla ilgili filmler izliyom, okumaya çalışıyom, ne biliyim insanların hikayelerini öğrenmeye çalışıyom falan.

Zorluklar var bu kıtada, hatta hani o turuncu yollar var ya, o turuncu yollar kanla karışınca almış bu rengi diyolar… Örneğin Güney Sudan’ın “kayıp oğlanları” hikayesi var. Bundan yıllar önce Sudan ikiye ayrılmamışken daha, Sudan’ın güneyinde yaşayan Müslüman olmayan küçük çocukların öldürülmesini emretmiş hükümet. Saldırgan gruplar gelip köyleri yağmalıyolarmış, sonra bi keresinde çocukları bi kulübenin içine koyup o kulübeyi yakmışlar bile ya da bazılarını hadım etmişler çocukları olmasın da çoğalmasınlar diye… Sonra bu çocuklar ailelerinden ayrılıp kilometrelerce yol gitmişler, kaçmışlar oldukları köyden ve de bu çocukların olduğu bir mülteci kampı oluşmuş, hep beraber orada binlerce çocuk yaşamaya başlamışlar… Annelerinden, babalarından, kardeşlerinden uzakta… Kimisi giderken yürümeye dayanamayıp hayatını kaybetmiş, kimisi açlığa, susuzluğa dayanamamış… İşte bu kayıp çocuklarını arayan ailelerin isimlerinin olduğu listeler geliyomuş arasıra, heycanla hepsi arıyolar ailelerini falan, bazıları izlerini buluyo, bazıları bulamıyomuş falan… Neyse bu çocuklarla ilgili bi belgesel vardı, onu izledim. Belgeselde oğlu, anasına, kardeşine on sekiz yıl sonra kavuşuyodu, annesi mutluluktan bayılıyodu, şarkılar söylüyodu. Ne güzel de kavuşmuştu annesine, kardeşine… Ama tabi bu kayıp çocukların hepsi ailesini bulan o kayıp çocuk kadar şanslı değiller… Ve o kayıp çocuklar belki de hala o kampta yaşıyolar, aileleri ve geçmişleri kaybolmuş şekilde… İşte tüm bunları izlerken düşündüm, aileler ne kadar basit ve de çoğu zaman aslında gereksiz sebeplerle birbirlerini kırıyolar. Çocukları mutlu olmak için doğurmuyo mu insanlar, önemli olan mutluluğu düşünmek diye düşündüm yani Afrika’da ya da Türkiye’de ya da başka bi yerde işte… Hani ananem, çocuğunu kaybetmiş, yıllar geçti üzerinden, ananem hala ağlıyo…

Geçen gün akşam yemeği sofrasındaydık. Ben afiyetle yemeğimi yiyodum. Bizim kampın yanında bi bina var, oraya yerinden yurdundan edilmiş insanlar geliyomuş, evlerine dönmek için bir tür geçiş noktası, yani bulundukları yerden buraya geliyolar, buradan da evlerine dönüyolar. Oradan çocuk ağlamaları geliyo bazen. Bizim ekipten biri sormuş , niye ağlıyo bu çocuk diye, birisi belki de açlıktan demiş. İşte tam yemeğimden o güzel lokmaları aldığım anda bu hikaye beynime çakıldı, lokmalar ağzımda büyüdü, bi süre yiyemedim, belki de aç değildi çocuk, hani çocuklar ağlıyo sonuçta, hani yokluk bölgesi de diil burası ama yine de açlığı düşündüm. Ben aslında gerçekten hiç aç kalmadım. Hani küçükken durumumuzun zor olduğu zamanlar olmuştu, hani öyle çeşitli yiyecekler alamadığmıız zamanlar olmuştu ama kötü de olsa yiyecek bişiler oluyodu evde. Üniversiteye giderken bazen akşam yemeğine kadar bişeyler yiyemeyebiliyodum, karnım falan gurulduyodu çünkü bazen harçlığım olmuyodu ama hani ona da açlık diyemem. Açlığın ne olduğunu bilmiyom. O yüzden kendimi aç bi çocuğun yerine koyamadım. Ama kendimi annesinin yerine koymaya çalıştım (biyolojik olarak anne olmadım ama manevi olarak anne diyen biri var bana, oğlum, onu çok seviyom, kıyamam ona)… Ne acı, çocuğun gözünün önünde acı çekiyo, açlıktan ağlıyo ve senin yapabileceğin şeyler çok sınırlı, kendi şehrinde bile yaşamıyosun, belki elin kolun bağlı, muhtemelen kendin de açsın, belki de çocuğun gözünün önünde hergün biraz daha eriyo. Yani belki dünyanın büyük bi kısmının çok yiyeceği var ama dünyada bazı insanlar aç! Belki de yanı başımızda! Belki de yanı başınızda!

Aç olmak zor, aç bir çocuğun anası olmak belki ondan zor. Bi yandan bizim memleketteki bazı anneleri-babaları düşünüyom. Çocuklarına biçok şey için kızıyolar, bazen hayatı zorlaştırıyolar falan. Anlamıyom bunu, çünkü çocukları mutlu olmak için doğurmuyolar mı, çocuklarının mutlu olmalarını istemiyolar mı diye düşünüyom. İşte ne biliyim önemli olan çocukların sağlıklı ve mutlu olması değil mi? Hani büyük şehirlerde bu değişiyo son zamanlarda ama örneğin kızın evlenmeden önce seks yaptıysa ve aile bunu öğrendiyse, ne biliyim çocuğun eşcinselse ya da ne biliyim çocuğun toplumun geri kalanından biraz farklıysa işte ne biliyim aktivistse, işte okulda iyi derece alamadıysa hayatı zorlaştırıyo aileleler, bazen hayatı bi yarışa dönüştürüyolar çocuklarına, her konuda iyi olman lazım, en iyisi sen olman lazım, bu kötü bu kaka, sen hep iyi olmalısın falan diye, iyi iş sahibi olmalısın, iyi para kazanmalısın, aile sahibi olmalısın, evlenmelisin, çocukların olmalı, çocuklarına bi sürü şey almalısın, hani en iyi kıyafeti giymeliler, bunu yaparsan onlar hakkımızda ne düşünür sonra larla geçiyo ömür bazen. İşte bu noktada şunu düşünemiyolar, ben bu çocuğu mutlu olsun, olalım diye doğurdum, önemli olan onun mutlu olması, önemli olan onun kendisi olup mutlu olması değil mi diye düşünmüyolar belki de…

Neyse diyeceğim şu ki, herkes elinde olanların farkında olsa keşke, elinde olanlarla ve kendisiyle mutlu olmayı bilse… Ve de kendi oluşturduğumuz saçma sapan kurallar zinciri içinde kendimizi kaybetmesek ve mutlu olmayı unutmasak. Yani hani anneysen, babaysan ve çocuğun hayattaysa sağlıklıysa bunun farkında olup mutlu olmayı öğrenmelisin diye düşünüyom. Hani ya çocuğun kayıp çocuk olsaydı ne olurdu o zaman?

Herkese sevgiler Bilge

27 Mayıs 2012 Pazar

Yıldız Yağmuru


Bi buçuk ay oldu Yambio’ya geleli. Nasıl geçti zaman bilmiyom. Turp gibiydim ama dünden beri midem, barsaklarım falan filan bi garip işliyo, ateşim falan var. Arkadaşım Paola bana mıknatıslarla alternatif bi tedavi uyguladı. Şimdi daha iyiyim. Galiba karnımda o tropikal bölgelerde olan cinsten kurtçuklar olabilirmiş.

Bi buçuk ay oldu işte, önceleri zorlanmıştım ama şimdi dört buçuk ay sonra burdan ayrılcağım aklıma gelince gözlerim doluyo, ne kadar çok özlüceğimi düşünüyom, hatta bazen gözyaşlarımı tutamıyom. Buraya en büyük tutkum doğasından ötürü, bi de insanları tabi… Gökyüzü her zaman bana eşsiz gelmiştir, yani herkese olduğu gibi belki de… Ama burdayken bazen acaba ben bakmıyomuydum bulutlara diye düşünüyom, o kadar çok bulut var ki, o kadar derin ki gökyüzü, bazen pisikletime binerken bulutların arasında uçuyomuşum gibi geliyo bulutların ve ağaçların arasında. Sonra “hav ar yu” diye bağıran çocuk sesleri birden yere inmemi sağlıyo… Tanrım buranın çocukları ne kadar güzeller, hepsi ayrı güzel, biraz pasaklılar, biraz sümüklü, çocuk işte ama eylence dolular çoğu zaman, sevgi dolular… Böyle bizim çocuk sağlığı ya da ayakta tedavi bölümünde çocukları ağlar görünce kaçıyom valla, dayanamıyom ağlamalarına çocukların, hemen ben de ağlıyom sonra. Onları hep ağaçların arasından önüme koşan ve hav ar yu diye bağıran şekilde görmek istiyom, hergün yattığımda önce Yambiolular, sonra tüm dünya için sağlık diliyom. Yağmur yağcağı zaman o kadar kocaman, gri ve siyah bulutlar sarıyo ki gökyüzünü… Şimdi kulübemdeyim, dışarda inanılmaz bi yağmur var, gök gürleyince yatak yerinden oynuyo sanki.

Yağmurdan sonra, salyangozlar sarıyo etrafı, boy boy yeşil salyangozlar... Pisiklete binerken çok dikkatli sürmeye çalışıyom ki onların üstünden geçmeyim diye… Onun dışında çeşit çeşit kertenkele, renk renk enterasan böcekler... Sonra geceleri gökyüzü o kadar güzel ki Yambio’da… Hele ki jenaratör çalışmıyosa aman diyorum, yıldız yağmuru başlıyoo… Yıldızlar yağmur gibi… Gökyüzüne bakmak buradan bi başkaymış onu anlıyom her baktığımda…

Benim bi arkadaşım var, ama hani can yarısı gibi, Seçil adı. Ben aya her baktığımda bi başka şekil görürdüm küçükken. Bi gün beraber aya bakarken bana Maykıl Ceksını görüyo musun diye sordu. Yok dedim görmüyom. Ayın üstündeki şekil maykıl ceksın dedi, yüzünü şöyle 25 derece sola doğru ey, öyle bak aya, maykıl ceksını görceksin dedi. Gerçekten de Maykıl Ceksını gördüm o gün, ondan sonra başka da bişey göremedim ayın üstünde Maykıl Ceksın’dan başka. Maykıl Yambio’da da gözüküyo valla.

Ay, gökyüzü, ağaçlar, çocuklar inanılmaz. Eğer şiir yazabilseydim ne nameler düzerdim diye düşünüyom hep… İnsanlar inanılmaz. Burda elektrik yok ya, çamaşır makinesi falan da yok. Örneğin çamaşır yıkama ekibimiz yedi kişi hastanede, hergün yüz hastanın çarşaflarını falan yıkıyolar, hem de bildiğin toz ya da katı sabunla. Her birinin önünde eğilmek istiyom, o kadar mülayim insanlar ki… Bir tanesi keşke bir fotoğraf makinem olsa diye anlatıyodu geçen gün, herşeyin fotoğrafını çekerdim, sonra seninle fotoğraf çekilirdik diyo, çünkü gideceksin birkaç ay sonra, seni hatırlarız fotoğrafın olursa diyo. Hani toplantı yaptık bi kere, benden yaşça büyük çoğu ama benimle yan yana oturmaktan çekiniyolar falan, hani garip bi saygı anlayışı var, zorla çekiyom yanıma oturtuyom falan onları, gülüşüyoz baya.

Hani böyle birşeyler yaparken hayatta bazı insanları örnek alırsınız, hani idolünüz olur ya ben de ilk Greenpeace’e katıldığımda, Tolga Temuge idolümdü, hala da benim için çok ayrı bi yeri vardır hayatımda. Sonra Banu Dökmecibaşı tabi… Hala böyle buluştuğumuzda gözlerim açık dinlerim ikisini de, ne biliyim hatta onlarlayken kendimi o Greenpeace’e ilk katıldığım yaşımda hissederim, yani yirmi yaşında gibi, hani ekibin küçüğü, yaramazı kıvamında hissediyom hala, sanki aradan hiç onca yıl geçmemiş gibi. Onlar gibi tutkulu ve heyecanlı bağlanmak için mücadelemize elimden geleni yapmak istiyom. Bu hikayeyi bi ara anlatırım…

Burda da Doktor Juan var. Çok sessiz bi doktor, elli yaşını geçmiş sanırım. Kadın sağlığı bölümünde çalışıyo. Hergün onlarca hastaya gıkı çıkmadan yetişiyo. Gece, gündüz demeden çalışıyo. En güzel esprileri o yapıyo, sessiz espri yapıyo ama biz gülmekten kırılıyoz… Çok değerli birisi, Sınır Tanımayan Doktorlar’da en büyük ilham kaynağım Doktor Juan. Yorulsa da, bunalsa da ne zaman ihtiyaç olsa hastanede Doktor Juan, herşeye yetişiyo. Onu çok seviyom, yani aslında burdaki herkesi çok seviyom. Doktor Maura var sonra, o da otuz yaşında, çocuk doktoru. Hemşirelerimiz var bi de. En çok medikal ekip yoruluyo, hiç durmaksızın çalışıyolar, hepsi ayrı ayrı değerliler… Hepsi yıldız gibiler, Yambio’nun yıldızları… Yani isteseler kendi ülkelerinde hastanelerde çalışırlar ama onlar burda olmayı tercih ediyolar… Geçtiğimiz haftalarda Yambio’nun çeşitli bölgelerinde kızamık aşısı yapıldı çocuklara. Kızamık salgınının önüne geçmek için... Herkes geceli, gündüzlü çalıştı. İşte biçok sebepten medikal ekiple her konuştuğumda ayrı bir ilham alıyom…

Velhasıl kelam, burda modern dünyanın öğeleri çok yok. Bazen evimi özlüyom, herkesi özlüyom, yemekleri falan özlüyom, rahat olmayı özlüyom çünkü bi nevi diken üstünde olma durumu var ne yalan söyleyim bi de galiba mesafeler uzadıkça doğru orantılı olarak özlem de büyüyo… Ama herşeye rağmen ben gökyüzümle ve de insanlarımla ve de doktorlarımla mutluyum…

Herkese sevgiler...

13 Nisan 2012 Cuma

Gökyüzüne binaların karışmadığı yer Yambio!


Geldiğimden beri hayranlıkla buradaki doğayı ve insanların doğayla uyumunu izliyom.  Yambio, gökyüzüne binaların karışmadığı, her gece onlarca yıldızın kaydığı, balta girmemiş ormanların bulutlara uzandığı, gündüz sıcağının ardından gelen fırtınanın heralde sabah kalktığımda her yer yerle bir olmuştur dedirttiği, fırtınalarında çatılarınıza düşen mangoların rüyalarınızı deldiği, küçücük kulubelerinde koca göbekli çocukların yaşadığı, hani yatakların üstüne bir sünger bile konmadığı, bir pisiklette taşınabilecek en ağır ve kocaman yüklerin en dengede taşındığı, kadınların ve çocuklarınınn türlü türlü şeyi ne kadar ağır olsa da kafalarının üstünde yorulmadan taşıdığı , ölülerin bile motosiklette taşındığı, beyaz ve de aslında türlü türlü kelebeklerin diyarı Yambio…

Yağmurlar başladı az da olsa. Bu iyi haber, kurak mevsim bitiyo. Yağmurlarla beraber türlü türlü börtü böcek oluyo her yerde. Şu anda ben yatağımdayım ama  yatağımı başka canlılarla paylaşıyom. Önceleri biraz zor geldi, yani sonucta böcekten korkmayı bi kenara bırakıyom, çünkü korkarsanız paranoyak olursunuz çünkü her an bi yerinizdeler. Ben ilkokula giderken yaşadığımız evde çok fazla karafatma vardı. Bi gün önlüğümü dışarda bırakmışım. Sonra sabah okula giderken giydim. Okuldayken böyle bişiler üstümde yürüyo, dedim ne acaba. Sonra tuvalete gidip de önlüğümü çıkarınca gördüm ki, bi karafatmayla beraber okula kadar gelmişim, şimdi de böyle benzer bi hisle yaşıyom, sürekli üzerimde bi böcekler dolanıyo.  Burda yaşam koşulları zor. Yani İstanbuldaki hayatıma  gore… Çünkü doğru düzgün bi buzdolabı yok, çamaşır makinesi yok, ne biliyim işte yattığım yatak inanılmaz rahatsız. Temizlik anlayışlarımız falan farklı. Sonra 16 kişiyiz iki tuvalet, iki banyo var. Tuvalet, kuru tuvalet yani bi çukur var onun üstüne bi tuvalet kapağı yerleştirilmiş, işinizi orda görüyosunuz, bazen bi yaratık gelir de kıçımı ısırır mı diye düşünmüyo değilim... Hani böyle bikaç gün için iyi ama sonrasında insan bi konfor arıyo. Duşumuz normal ama tabi beş dakkayı aşmamak gerekiyo. 

Ha bi de hergün sıtma olmayalım diye ilaç alıyoz. Evimde dekor diye kullandığım sinek girmesin diye olan tülün altında uyuyom, ne deniyodu ona, hah cibinlik. İlk geldiğimde iki kişi kalıyoduk allahtan bi oda boşaldı oraya gectim, küçük de olsa bi dolabım da oldu , yerleştim, hatta yakında kulübelerden birine geçiçem… Genelde herşey çok yavaş ilerliyor, ben biraz hiperaktifim falan, zorlanıyom bazen o yüzden. Neyse geçen gün bi kriz geçirir gibi oldum, ikinci hafta krizi diyelim. Hani yaşama koşulları, hastane koşulları, gördüklerim falan derken, tanrım ne yapıyom burda, niye acı çektiriyom  kendime, deli miyim dedim… Sonra işte sakinleştirdim kendi kendimi, konuştum, müzik dinledim falan, burada olmam  hem burası için önemli, hem benim için önemli dedim… 

Ertesi gün haleti ruhiyem değişmişti zaten, fakat bugün en zor günlerimden biriydi itiraf etmeliyim. Daha once demiştim ben hastane lojistiğinden sorumluyum diye. Ama bi de ekip olarak Yambio’nun etrafındaki sağlık ocaklarına, merkezlerine, sonra etrafta yaşayan küçük topluluklara da destek verme hedefimiz var. Bir sorumluluğum da o bölgelerin lojistik ihtiyaclarına destek olmak. O yüzden dünden itibaren bu bölgeleri ziyaret etmeye başladık. Dün Bangasu’daydım. Bangasu’ya giderken gene o ormanların içinden geçiyosunuz. Yolda Kongolu mültecilerin olduğu bir kamp da var… Sanırım Bangasu’da olduğu kadar cırcır böceklerinin öttüğünü duymamıştım hayatımda. Konuşurken birbirini duyamıyosun, o kadar yani. 200 hane var Bangasu’da. Bir de sağlık ocağı ama sağlık ocağının durumundan bahsetmicem, zaten sağlık ocağı açık da değildi gittiğimizde. Su kaynakları kısıtlı, bi kuyu olduğunu söylediler ama göremedim. Aslında bi depo var ve su pompası var ama sistemde bi bozukluk var sanırım. Neyse çalışmıyo. On yıllarca sürmüş bir iç savaştan sonra çok da bişey bekleyemiyo insan oradaki merkezden ya da merkezde çalışandan. Yoldan geçerken mülteci kamplarını gördüm, yerinden yurdundan edilmiş insanlar… Düşünsenize evinizdesiniz bi gün, birileri geliyo, bırakın evinizde kalmayı, kasabanızdan sizi kovuyolar… Gitçek yeriniz yok… Ya da işte iklim değişikliğinden kasabadaki tek nehrin artık akmaz olduğunu yani aslında evinizdeki musluğun artık hiç akmayacağını falan düşünün. İşte bu sebeplerle insanlar yerlerinden, yurtlarından oluyolar…

Bugün Gangura’ya gittik ve de Kongo sınırına kadar yol aldık oradan sonra¸ Nabiapay diye bi yere gittik. Gangura’da durum biraz daha iyi. Biraz organizasyon, biraz temizlik, biraz destek lazım. Umarım önümüzdeki günlerde bunu sağlayacağız. Yakında kızamık aşısı kampanyası için oraya gidicez. Bugün çalışmayan buzdolaplarını çalıştırmayı başardık. Bizim ekipte inanılmaz şoförler var, böyle kullandığmız her ekipmanı biliyolar, valla onun sayesinde çalıştı buzdolabı diyebilirim. Böylece aşılarımızı uygun koşullarda saklayabilicez. Neyse son yerin adını unuttum… Keşke son yeri tamamen kafamdan silebilsem… Orada bir grup insan yaşıyo. Yambio’da biçok yerde kuyu suyu kullanılıyo, ortak kullanılan tulumbalar var. Orada bidonuyla su almaya giden küçük kıza, suyu nerden aldığını sorduğumuzda işte sınırın ordaki su kaynağından alıyom dedi. Tabi oraya gittik. Koca göbekli çocuklar… Çok tatlılar… Niye böyle koca göbekli bunlar diye sordum, valla bilmiyodum… Belki siz de bilmiyosunuzdur. Su olmayınca yediğini içtiğini iyi yıkayamıyosun, sonra karnına kurtlar birikiyo ve onlar kocaman kocaman oluyo, sonra karnın da kocaman oluyo, tropikal bölgelerde görülüyo daha çok, hatta bizim de karnımızda kurtlar birikmeye başlamış olabilirmiş. Sonra su kaynağına gittik, böyle bi buçuk metrelik bi su birikintisi aslında, suyun rengi beyazla gri arasında, içinde balıklar yüzüyo. Suyun durumuna baktık, ölçtük, biçtik. Ne yazık ki kullanma standartlarının çok çok altında su. İnsanlar bu suya ulaşabilmek için aslında çocuklar falan yarım saat yürüyolar. Evinizde bulaşıklarınızı yıkamak için otuz dakika yürüdüğünüzü düşünün… Hani yürüyüş yolu balta girmemiş ormanların arası, çok güzel bi yol ama suya erişim bu kadar zor olunca, insanlar suyu kulllanmaya eriniyolar, sonra susuzluğun getirdiği hastalıklarla boğuşmak gerekiyo. Bi de hastaneye yakın bi bölge var, oraya da gittik Kpirabi. Yedi bin kişiye bir tulumba düşüyo. Orada yine yerinden yurdundan edilmiş insanlar da yaşıyo, onlar da yine bi birikintiden su alıyolar, sapsarı, kullanılmadan once çok şey yapmak gereken bi su. Hastaneye o bölgeden çok fazla hasta geliyo, isal olan çocuklar, ne yazık ki ölümler de yaşanıyo isal yüzünden. Aslında oralara bikaç kuyu açmak bu durumun bi çözümü.

Sınır tanımayan dokorlar hastalıkları tedavi etmenin yanı sıra hastalık kaynaklarını ortadan kaldırmaya calısıyo. Yani işte su yok, bölgede isal vakaları mı görülüyo, oraya temiz su nasıl götürülür onu düşünüyo, gerçekleştirmeye çalışıyo. Umarım bu gittiğimiz bölgelerdeki su sorununun çözülmesi için bişeyler yapabiliriz. Biz yapamasak da umarım durumu anlattığımız başka sivil toplum kuruluşları yapabilir.

İnsanların yerlerinden yurtlarından edilmediği, en azından temel ihtiyaç olan temiz suya ulaşabildikleri, temel sağlık hizmetlerine ulaşabildikleri bi dünya diliyom…


Tambuahe